MİLLİ İRADE NEDİR? NE DEĞİLDİR?
Türkiye siyaset hayatında birçok dönemde “Milli İrade” siyasi söylemi öne çıkmıştır. Temeline bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin temel yapı taşı ve anayasanın 6. Maddesi olan” egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ifadesine dayanmaktadır. M.K. Atatürk’ün “Egemenlik Ulusundur” sözü yine harf inkılâbından önceki ifadesiyle ” Hakimiyetbilâkayd-u şart Milletindir” meclis kürsüsünün arkasına da yazılarak özetle TBMM’yi ifade etmiştir.
Devleti yönetenler gücü ve yetkiyi halktan aldıklarını ve ülkeyi halk adına yönettiklerini ifade etmişlerdir. Zamanla yaptıkları çalışmalardan ve yönetim tarzlarından dolayı halk tarafından dahi olsa kendilerine bir eleştiri geldiğinde savunmaları hep aynı olmuştur; biz halkın oyuyla gelen seçilmişleriz, halk adına halk için yapıyoruz deyip, halktan gelen eleştirileri hiçe saymışlardır. Yani halka rağmen halk için bir siyasetin kılıfı olmuştur “Milli İrade” savunması.
“Milli İrade” M.K. Atatürk tarafından gündeme gelmiş, bizatihi döneminde de sık sık vurgulanmış olmasına rağmen pratikte çok bir yeri olmamış, yani çokta uygulanmamıştır. Çünkü, her şeyden önce Atatürk bir devrimci idi, bunun gereği olarak da kendi bildikleri, olmasını istediklerini, kendi ürettiklerini ve ideolojisini halka rağmen kabul ettirme yolunu denemiştir. Platoncu bir bakış açısı ile aristokrasi yönetim tarzını, demokrasiden yani milli iradeden daha fazla hissettirmiştir. Bu dönemdeki devrimci tutum çoğu zaman baskıyla, şiddetle ve halkın talepleri gözardı edilerek dayatılmıştır. Yani devrim dönemi Atatürk Türkiye’sinde Milli İrade askıya alınmıştır. Yeni kurulan devletin inşası, tanzimi ve bekası için adeta halk devlete kurban edilmiştir. “İnsan/halk devlet içindir” prensibi ziyadesiyle ilkeleştirilmiştir. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’e kayınpederi Şeyh Edebali’nin tarihi öğüdü ” İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” ilkesi terkedilmiştir. Bu dönemde yapılan inkılapların dönemin sosyolojisiyle, insanların gelenek ve ananeleriyle, dini ve tarihiyle, kültürüyle örtüşmediği ve ciddi bir halk desteğinin olmadığını yapılan icra atlardan ve karşı çıkanların akıbetinden görmek mümkündür. Örneğin; halifeliğin kaldırılması, harf inkılabının kabulü, şapka kanunu, daha sonraları ezanın Türkçe okutulması, ümmetçilikten ulus devlet anlayışına geçişte Türk olmayan herkesin zorla Türk kabul edilmesi, dillerin, kültürlerin yasaklanması, ırk, dil ve mezhep üzerinde asimilasyon politikalarının uygulanması milli iradenin olmayışının bariz birer örnekleridir. Yine 1. Meclis Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu ve Meclis-i Mebusan üyelerinden oluştuğu için milli iradeyi en yüksek düzeyde temsil ediyordu. Ancak 1923 yılında M.K.Atatürk’ün belirlediği adaylarla seçimlere gidildiğinden ve 2. Meclis halkın değil Atatürk’ün seçtiği kişilerle yenilenmiş olduğundan (1.Grubtan) bu mecliste milli iradeden söz etmek doğru olmayacaktır. Zaten bunu destekleyen gaye olan çok seslilik engelleme amacıda bunun kanıtıdır. Ancak bu dönemi devrimci, yeni bir devlet anlayışını yerleştirme anlayışla ve zamanın koşullarıyla yapıldığını da gözardı etmemek gerekiyor.
M.K.Atatürk’ten sonra milli iradeyle özdeşleşmiş bir dönem, Adnan Menderes Dönemi de incelendiğinde aslında sanıldığı gibi bir demokrasi dönemi olmadığı halkın önemli bir kesiminin yok sayıldığı her türlü baskı ve sindirme politikalarının bu dönemde de olduğu görülmektedir. Milli irade kavramının bu dönemde de yalnızca seçim sonuçlarının hükümet oluşturma sonucu olarak varlığı görülmektedir.
Doğrusunu söylemek gerekirse Türkiye Cumhuriyeti tarihinin siyasal geçmişine bakıldığında 2002-2007 yılları arası AK Parti dönemi milli iradenin meclise en fazla sirayet ettiği ve ülkede de demokrasinin en fazla hissedildiği dönemdir. Bu dönemde Meclisteki temsiliyet, renklilik ve çeşitlilik bakımından da bu tespitimizi doğrulamaktadır. Ancak, 2007’den 15 Temmuz 2016 tarihine kadar adeta büyü bozulmuş milli birlik ve beraberlik dahil olmak üzere herşey kötüye gitmiştir. 15 Temmuz Darbe Kalkışması ile milli irade süreci başka bir yöne evrilmiş, adeta partizan yönetimine kaymıştır. Demokrasi ve milli iradenin değer ve ilkeleri parti ilkeleriyle, parti ilkeleri devlet ilkeleriyle birbirine karışmıştır.
15 Temmuz Kalkışmasını topyekûn halk önlemiştir. Bu durum neticesinde yer-gök her yer hâkimiyet milletindir nidaları ve görsel reklamlarıyla sıvanmıştır. Yaklaşık 20 günlük bir süreden sonra ise kötü günlerin zorunlu ittifakı, devlet halk birlikteliği tekrardan hizipleşmeye başlamıştır. “Milli İrade” ve “Demokrasi” Platon’un eleştirisine haklılık çıkartarak tekrar gündeme taşınmıştır. İşte bu tarihten sonra ülkeyi yönetenler kendi parti tabanlarının her isteğine kulak vermişler, bunu milli irade olarak savunmuşlardır. Devleti kendi parti tabanları ile birlikte yönetmeye başlamışlardır. Öyleki iktidar mitinglerin cılız bir şekilde “idam isteriz” sloganları bile iktidar sahiplerince karşılık bulmaktaydı, siz isterseniz olur denilip milli irade vurgusu yapılmıştır. Oysaki aynı zaman sürecinde meclisteki küçük kız çocuklarına yapılan tecavüz ile ilgili bir yasa değişikliğinde her kesimden bir çok tepki gösterilmesine rağmen iktidar tarafından milli irade olarak görülüp dikkate alınmamıştır.
Anlaşılacağı üzere beşeri bir düzenle yapılan yasaların en mükemmeli olan demokraside bile adalet, eşitlik ve vicdan duygusunun tam tesisi mümkün olmamaktadır. Bunun demokrasinin tarih serüvenindeki pratiklerindende okumalar yaptığımızda bize hakkını teslim etmektedir.
Demokrasi, halk egemenliğinin seçimle temsilcilerinin belirlenmesi ve siyasal denetimi sağlamasıdır. Halk iradesi yani milli irade denilen Demokrasi, hem elit idare düzeni Aristokrasiye hem tek adam idaresi olan Monarşiye hem de zümre idare düzeni Oligarşiye karşı ortaya çıkmış eşitlikçi farklı bir yönetim tarzıdır.
Milli İradenin temsil yetkisi verdiği kişilerin yönetimi Temsili Demokrasi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yönetim biçiminin verimliliği ve riskleri de tarihte hep üzerine konuşulan konular olmuştur. Aslında bu konuyu bizim şu an gündeme getirme sebebimiz de aynı sebepledir, yani demokrasinin verimliliği, tehdit ve riskleri üzeredir. Örneğin feylezoflar demokratik yönetimlerin risklerini gündeme getirdiklerinde, bu düzenle er yada geç kötü niyetlilerin başa geleceğini düşünmüşlerdir. Felsefecilerin demokrasiyi, bencil insanların sömürü aracı haline gelmesini eleştirmesi dikkate değer bir yaklaşımdır. Platon (Eflatun), demokrasinin zamanla bozulacağını, yozlaşıp despotizme dönüşeceğini ifade etmiştir. Platon, Aristokrasi’yi ideal yönetim tarzı olarak görmektedir. Ona göre ya devleti bilginler yönetmeli, ya bilginler devletin başına gelmelidir. Platon çok sevdiği hocası Sokrates’i suçsuz olduğu halde demokrasi idaresinde ölüme mahkum edilişine tanıklık etmiştir. Ve demokrasiyi ” iyi hükümetlerin en kötüsü, kötü hükümetlerin en iyisi olarak tanımlamıştır.” Demokrasi eleştirilerinden de anlaşılacağı gibi demokrasi, tek tarzlı bir yönetim değil, evrensel bir tanımı yok, içeriği ve uygulaması devletten devlete değişmesinin yanında aynı devlette de zamanla farklı şekillerde uygulanabileceği gibi, uzun süre iktidarda kalan liderler arasında dahi zamanla bir birinden çok farklı bir şekilde uygulanabilmektedir.
Milli irade İslami açıdan ele alındığında genel kabul, Demokrasinin şirk olduğu ve ona ihtiyaç duyulmadığıdır. Çünkü İslâm dini zaten bir yaşam tarzıdır, insanın nasıl yaşayacağına, nasıl yönetileceğine Allah(C.C.) Kur’an-ı Kerim’de Hz. Muhammed (SAV) aracılığıyla ve tecrübesiyle anlatmıştır. Müslüman’a düşen ise buna uygun yaşamaktır. Bu İslami düzenin ismi ise Şeriat’dır. Tabi bu toplumun tamamının Müslüman olduğu ülkelerde mümkün olmakla birlikte, Müslümanların azınlıkta bulunduğu yerlerde demokrasi toplumsal kuralları belirlese de birey kendi başına Allah’ın şeriatını yaşayabilir, yani Allah’ın emir ve yasaklarına uyabilir. Demokrasi buna engel değildir, olmamalıdır. Tıpkı şeriat hükümlerinin uygulandığı ülkelerde gayrimüslimlerin yaşam haklarının korunmasında olduğu gibi. Ancak Müslüman bir toplum kendi iradesiyle Allah’ın şeriatına karşılık Milli irade deyip demokrasiyi tercih edemez. Karma bir toplum düzeninde siyasal İslam unsurları iktidar olduklarında, yüksek İslam temsiliyetiyle toplumun İslamlaşmasını teşvik edip özendirmelidir ancak farklı aidetliklerde zor kullanılmamalıdır, yüksek hoşgörü sergilenmelidir.
Buraya kadar anlatılanlardan yola çıkarak, günümüz siyasal İslam’ın milli irade dayatmalarına, milli irade ısrarına kendilerini bağlayıcı olan Kur’an-ı Kerim üzerinden doğru olanı ve olması gerekeni anlatmakta fayda vardır. İktidarın, Milli iradeye saygı duyuyorum halk ne derse biz onu yaparız siyasi tutumu yalnızca popülist bir eylemdir. Çünkü liderler toplumlarını yönlendirmeli, onları yönetmeli, bilgi birikim ve yetkileriyle toplumun menfaatine olanı onlara anlatmalı ve ikna etmeye çalışmalıdır. Yanlışı milli irade diye uygulamaya çalışmamalıdır. Biz bunu Kur’an-ı Kerim’den peygamberlerin halklarıyla olan ilişkilerinden nasıl yapılacağını öğreniyoruz. Peygamberler hiç bir zaman milli irade deyip halkın cahilliklerini ve sapkınlıklarını hoş görmemişlerdir, bilakis mücadele etmişler ve doğru yolda ısrarcı olmuş ve bu yolda taviz vermemişlerdir. Mesela; Hz. Nuh Aleyhi selamın kavmi inkârlarının neticesinde helak edilmişlerdir. Ad Kavmi peygamberleri Hz. Hud’u dinlememiş isyan ve inkârlarının neticesinde helak edilmişlerdir. Yine Semûd Kavmi, Lut Kavmi azgınlık ve aşırılıklarından dolayı helak edilmişlerdir. Helak edilen kavimlerin halkının tamamına yakını aynı sapkınlıkta ısrar ediyorlardı, ama peygamberler milli irade deyip onların hayasızlıklarını, edepsizliklerini ve aşırılıklarını madem siz böyle istiyorsanız öyle olsun deyip meşrulaştırmamıştır. Bilakis hiç kimse kendilerine inanmasa bile onların yanlışlarının etkisi altında kalmamışlar, doğru yoldan ayrılmamışlardır. Burada bizler için büyük dersler ve önemli deneyimler vardır. Yani bir topluma lider olanlar halkına eşit, adil davranmakla birlikte onların her talebini de dikkate almamalıdır. Bu taleplerin günümüz seküler dünya düzeninde muhatabı anayasalardır. Her talep karşılık bulmamakla beraber, anayasalarda çoğunluğun talebiyle değişebildiğinden bu risk her zaman mevcut olacak adalet duygusu hiç bir zaman tam ve eşit uygulanamayacaktır, Platon’un hocası Sokrates’te, Menderes’te, İstiklal Mahkemelerinde, Engizisyon mahkemelerinde olduğu gibi. Zamanla infaz edilen bir suç,  suç olmaktan çıkartılıp değiştiğinde mağdurlar için telafisi olmayacaktır. İşte tamda burada Allah’ın şeriatının diğerleriyle ölçülmez, kıyaslanamaz bir mutlak üstünlüğü vardır. Çünkü şeriat, Allah’ın emir ve yasakları olduğu için, yani yasayı Allah oluşturduğu için, kuralları Allah belirlediği için birincisi sabittir; değişmez/değiştirilemez, ikincisi adamına göre değil herkese eşit olarak uygulanır, kişi, sınıf, zümre ayrımı yoktur ve evrenseldir. İleriye dönük mağdurlar hiçbir zaman olmayacaktır.
Temel yanlış, Milli irade yaklaşımındadır. Toplumu oluşturan bireylerin insani ve ahlaki beklentilerine kulak vermek, ihtiyaçlarını gidermek bu anlamdaki beklentilerini karşılamak ne kadar lüzumlu ve olağan ise, toplumun bir kesiminin özel beklenti ve ihtiyaçlarını öne çıkartması ve bunu bütün topluma dayatması da bir o kadar haksızlıktır,yanlıştır. Bireyin veya toplumun bir kısmının istek ve taleplerini alemlerin Rabbi olan Allah’ın iradesi gibi (haşa) kabul edip tesis etme çabasına girmek aynı zamanda adaletsizliği, hukuksuzluğu, bölünüp parçalanmayı ve sapkınlığı da beraberinde getirecektir.
Milli iradenin genel geçer bir uygulama olamayacağını, mutlak bir kabul olmayacağını, eşitlikçi olmadığını, her zaman uygulanma gerçekliliğinin olmadığını bu karşılaştırmalar bize göstermektedir. Demekki devlet yönetenler, halkı dikkate almakla beraber, evrensel ilkelerden, genel geçer kurallardan, kültürel, dini birikimlerden bağımsız da olmamalıdır. Halk yanlışı talep ettiğinde dur diyebilmelidir. Ne var ki, bunun hayattaki tatbiklerine bakıldığında enteresan bir şey dikkatimizi çekmekte, sosyalist liderler, devrimci liderler dindar geçinenlerden veya öyle olduğunu iddia edenlerden daha fazla bu yöntemi izlemişlerdir. Halkın ne istediğinden çok kendi düşüncelerini, ideolojilerini tatbik edip tahakkümleştirmişlerdir. Oysaki muhafazakârların Allah’ın emir ve yasakları ile toplumu yönetmek gibi bir mecburiyeti olmasına rağmen ziyadesiyle kendi nefsane ve menfaatlerine göre yönetme tarzını benimsemeleri, bunu yaparkende milli iradeyi kendi lehlerine kullanmaları enteresanlık teşkil etmektedir.
Halkı yönetmek halk gibi düşünmek değildir. Halka ihtiyaç duyduğu/duyacağı iyi, doğru, gerçek ve ideal olanları adil olarak vermektir. Milli irade halkın memnuniyet oranıyla değil, hedeflen ve meydana getirilen kalite düzeyi ile ölçülmelidir.
İnsanların cüz’i iradesi, Rabbi katından kendisine aktarılan külli irade içerisinde ne kadar bir yere sahip ise devlet düzeni içerisindeki bireylerin iradeside aynı şekilde olmalıdır. Ancak buradaki püf nokta; devlet yapılanmasını meydana getiren dini ve örfi kuralların devlet mekanizmasındaki meşruluğudur.

Mehmet KARASAKAL